Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Ahmet Semih Tulay

ANADOLU’DA KADIN

Türk töresinde anamız, eşimiz, kızımız, kız kardeşimiz ve de yarimiz olan kadınlar her zaman el üstünde tutulmuş, değer verilmiş, baş tacı yapılmıştır. Bunun en eski örnekleri yaşadığımız bu topraklardadır. Günümüzden 10 bin yıl önce Anadolu’da en büyük tanrı olarak bir anatanrıçaya tapılıyordu. Çünkü insanlar kadının çok değerli olduğunu daha o zamanlarda anlamışlardı. Kadın  doğuran, besleyen, büyüten ve koruyandı.

Günümüzden 3 bin yıl önce Anadolu’ya özgü bir uygarlık olan Frigler’de en büyük tanrı olan Kybele bir anatanrıça yani bir kadındır. Kybele sanatta tam bir Anadolu kadını olarak uzun giysili, başı örtülü olarak tanımlanmıştır. Daha sonra Yunan ve Roma mitolojilerine geçtiğinde de aynı durumunu korumuştur. Öteki mitolojilerdeki tanrı ve tanrıçalar çıplak tanımlanırken (antik çağda çıplak tanımlanma tanrı, tanrıça ve kahramanlara has bir durumdu.) Kybele’nin hiç çıplak heykeli yoktur.

Türk toplumunda kadının önemli bir yeri vardır. Orta Asya’daki ilk Türk devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara sahip olup, devlet yönetiminde, hakanların yanında hatun adı verilen eşleri de söz sahibiydi. Kadınlar erkekler gibi ata binip ok atar, güreş gibi sporları yapar ve savaşlara katılırlardı. Anadolu’nun işgal yıllarında, erkeği cepheye giden Türk Kadını, çocuğunu yetiştirmiş, hatta tarlasını sürerek evinin geçimini sağlamıştır.

Özellikle Kurtuluş Savaşı’nda kadınlar silah ve cephane taşıyarak savaşa katılmışlardır. Bu durumu Atatürk’ün şu sözü en güzel şekilde anlatır. “… Dünyada hiçbir milletin kadını, ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu Kadını kadar gayret gösterdim diyemez”. Büyük şair Nazım Hikmet “Kuvayı Milliye Destanı’nda Büyük Zafer’e giden yolu adım adım anlatırken destanın 7. Babında şöyle der:

…… Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız :

korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen……

…… bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde

ince boyunlu çocuklar uyuyordu.

Ve ayın altında kağnılar

yürüyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.

Türk toplumu kadın ve erkeği birbirinin tamamlayıcısı olarak görmüştür. Anadolu kadını her zaman iyi bir ana, eş olmuş ailenin direği olarak kabul edilmiştir. O yüzden Türkler kadınlarına ve kız çocuklarına çok önem vermişlerdir. Onları geleceklerinin garantisi olarak görüp iyi yetişmelerini ve her hakka sahip olmalarını sağlamışlardır. Eskiden yörük göçlerinde katarın en önündeki deveye obanın en güzel kızı bindirilir göçü o çekerdi. Obanın beyi bile onun önüne geçmezdi. Bu güzel davranış bile kadına verilen değeri anlatır.

Anadolu’da özellikle kırsal kesimde kasabalarda köylerde şimdi sayıları azalsa da yaşlı erkekler gibi yaşlı bilge kadınlar da vardı. Ege’de ebekadın, kadınana olarak nitelendirilen kadın elindeki bastonunu ya da sopasını yere vurarak konuşunca herkes susar onu dinlerdi. Onlar deneyimleri, güzel sözleri ile insanları yönlendiren, her zaman sözleri dinlenen analardır. Eskiden özellikle doğu ve güney doğu Anadolu’da aşiretler arasında kan davaları sürerken bir gelenek vardı.

Kavga ederek kan dökeceklerin arasına giren bir kadın beyaz tülbentini başından çıkarıp kavga edenlerin ortasına fırlatırdı. Bunu anlamı: “Ben hepimizin için bir felaket olacak bu kavga yüzünden mahremim olan başımı açıyorum. Ey kavga edenler! Siz de bir parça mertlik varsa davranışıma saygı göstererek bu kanlı kavgaya son verirsiniz.” İşte o andan itibaren kavga durdurulur, kavgaya devam etmek saygısızlık sayılırdı.

Başörtüsünü atma geleneği ile ilgili günümüzden 3200 yıl önceye ait Çanakkale’deki Anadolu’nun önemli krallıklarından Truva’da bir söylence vardı. Öyküye göre; bilicilik tanrısı Apollon, akıl ve zeka tanrıçası Athena, Zeus’un eşi Hera ve deniz tanrısı Poseidon bir araya gelerek baştanrı Zeus’u tahtından indirmeye karar verirler. Ne var ki hazırladıkları plan hemen Zeus’a yetiştirilir. Zeus Apollon ve Poseidon’u cezalandırma yönüne gider. Her ikisi de cezalarını Truva Kralı Laomedon’a bir süre hizmet ederek çekeceklerdir. Poseidon tek başına kent duvarlarını örmeye koyulur. Apollon ise kralın sürülerini İda-Kaz Dağı’nda gütmeye başlar.

Sonunda bu işlerin bitiminde her iki tanrı kraldan hizmetlerinin karşılığını isterler. Kral hizmetlerinin karşılığını ödemediği gibi bir de onur kırıcı sözler söyler. Bunun üzerine Apollon Truva halkına veba salgınını verir. Poseidon ise bir deniz canavarı yollar. Biliciler bu durumdan kurtulmak için krala öz kızı Hesione’yi canavara kurban etmesi gerektiğini söylerler. Umarsız kalan kral bunun yerine getirilmesi buyruğunu verir. Kızı bir kayaya bağlayıp canavarın gelmesini beklerlerken ünlü kahraman Herakles kızı kurtaracağını ama karşılığında kralın ünlü ölümsüz atlarının kendisine verilmesini ister. Kral bu öneriyi kabul eder. Herakles kızı canavardan kurtarır ama kral yine sözünü tutmaz.

Herakles de bunun öcünü almak için Truva’ya bir sefer düzenler. Kenti yakıp yıkar, Laomedon’u öldürür ve kralın daha önce söz verdiği halde sözünü tutmayıp vermediği ünlü atlarını alır. Herakles bu arada Hesione’yi kente ilk giren arkadaşı ile evlendirir. Herakles Hesione’ye düğün armağanı olarak ne isterse vereceğini söyleyince o da kardeşi Priamos’u tutsaklar arasından seçerek kendisine verilmesini ister. Bu seçim karşısında gülümseyen Herakles, Priamos’un bir tutsak olduğunu ancak değerli bir eşya karşılığı verebileceğini söyler. Bunun üzerine Hesione başındaki tül örtüsünü çıkarıp çocuğun üstüne atar. Böylelikle kurtulan Priamos daha sonra Troia’nın ünlü ve sonuncu kralı olacaktır.

Son söz: Anadolu uygarlıklarında, kültüründe, geleneklerinde hiç kesinti yoktur. Dünya’nın bir başka ülkesine nasip olmayacak biçimde bu topraklardaki her uygarlık birbirinin devamı olmuştur ve bizler en az 10 bin yıllık bir kültür sentezinin mirasçısı konumundayız. Geleneklerimiz, deyimlerimiz, söylencelerimiz çok ama çok eskilere dayanır. Yani demem o ki; kimi yeni yetme kendini uygar sanan kültür yoksulu ülkelerin bizi kıskanmaları boşuna değildir.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER