Geçtiğimiz günlerde ilimizi yeni atanan bir misafirimle birlikte eski tarihi konaklara doğru yola çıktık. Hava yaz günü olmasına rağmen akşam saati olması nedeni ile sert bir hava vardı. Aslında çok fazla zamanımız da yoktu. Nazende Kafe’de suyumuzu ve kahvemizi içtikten sonra, kısa bir Mevlevi türbe ziyareti yapıp Cumhuriyet İlkokulu’nun önünden geçerek, Şehitoğlu konağının önünden Kale manzaralı bir fotoğrafını çektim misafirimizin.
Bir beyefendi yaklaştı, kibarca önce hoş geldiniz dedi. Bizi yabancı sanarak, hoş bulduk dedim. İsterseniz sizin fotoğrafınızı çekebilirim diyerek sözlerini tamamladı. Biz de elbette neden olmasın dedik. Kaleyi daha net ve güzel çekmek için kendi bakış açısına göre bizi oraya yerleştirdi. Fotoğrafı deklanşörüne birkaç kez basıp, isterseniz bir bakın beğenmezseniz yeniden çekebilirim dedi. Fotoğrafa baktım karanlık olduğunu gördüm ama birkaç düzeltme ile harika bir fotoğraf çıktı karşımıza.
Kendisini birkaç kelime ile bize anlattı. Bilgisi, becerisi ve insanlarla iletişimi çok güzeldi. Mesleğinin dışında ilimize faydalı olmaya çalışan değerli bir insan olarak gördüm çok mutlu oldum. Ayaküstü sohbet ettiğimiz yer ilimizin en eski Selçuklu eserlerinden birisi olan Kuyulu camisin önünün de olması. Bana eski yaşamından anıları hatırlamama neden oldu. Çocukluğum ve gençlik yıllarımın geçtiği bu sokaklarda caminin önünde, Cumhuriyet İlkokulunun bahçesinde hatta Kuyulu Camisinin küçük bahçesinde yıllarca arkadaşlarımızla futbol oynar, kan ter içinde evimize girerdik. Çok eski tarihlerde rahmetli (İsmail Türk) abim bu camide müezzin olarak görev yapmıştı. Kuyulu Camisi Selçukluyu anlatan açık yeşil sırlı tuğlaları dikkat çeken ender eserlerden birisi. Kuyulu camisinin adının nereden aldığını hiç düşünmemiştim bu zamana kadar. Sohbet ettiğim bey efendinin camimin hocası olduğunu söylemesi üzerine Kuyulu Camisinin isminin nereden geldiğini canlı bir şekilde bize gösterdi. Kuyulu camisinin hemen yanından yukarı doğru bir sokak var, o sokağın hemen solunda kalan camiyi sokaktan ayıran taş bir duvar var, işte cami ile taş duvar arasından ince bir yol gidiyor, tam minaresinin altına geldiğiniz sizi bir kuyu bekliyor. Bu kuyudan dolayı bu caminin isminin Kuyulu cami olarak bilindiği öğrendim. Dünyada eşi benzeri bulunmayan bu özellikte ki caminin daha ön plana çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu mahallede büyümeme rağmen bu özelliğini yeni öğrenmek açıkçası beni çok üzmüştü. Gösterişten tamamen uzak tek kubbeli bir cami olan Kuyulu az sayıda cemaati ile namazlarını eda etmeye devam ediyorlar.
Kuyulu camisinin içeresine girdiğinizde bir sanduka dikkatinizi çekecektir. Aslında yıllar önce birçok caminin tanıtımları esnasında birçok yaşanmışlıkları hikayeleri dinlemiş ve sizlere zaman içeresinde anlatmıştım. Kuyulu camisinin içerisinde bulunan bu sandukayı şimdi daha çok merak ettim. Merhum Sadettin Aygen bir kitabında Kuyulu cami içerisinde iki mezardan bahsediyor. Aslında tek mezar ama iki kişinin yattığı biliniyor. Bunlardan bir tanesi Sultan Divani Hazretlerinin müritlerin en olup Nuh efendinin mezarı diğerinin adı bilinmemekle birlikte Yaren olduğu düşünülüyor. Yaren ne anlama gelir kısaca bahsetmek gerekirse,
‘YAREN’ DOST, AHBAP, ARKADAŞ DEMEKTİR
İlimizin bir başka değerlerinden birisi olan Ömer Fevzi Atabek bir gün Doktor Sadettin Aygen’i ziyarete gider ve bir mezarı tamir ettirmemiz gerekir ama asla buradan kaldırılmamasını söyler.
İlimizde çift gömülmüş birkaç yaren mezarı bulunduğunu Zülali Cami avlusundaki Zülali ve Celali, Süt Dede camisinde ki Siyahlar Sultan ve Süt dede, Devrana deki kabirlerin hep yaren kabirlerinin olduğundan bahseder ve şöyle devam eder.
Sultan Divani Hazretleri kırk dervişi ile beraber İran’a giderken yolda Hacı Bektaş Tekkesine uğrar ve bir müddet misafir kalır. Yemek zamanı yaklaşınca Hacı Bektaş ağzına kadar su dolu kazana bir pirinç tanesi atar. Kazanın kapağı kapatılır ve bir müddet sonra açılınca ağzına kadar pirinç pilavı olduğu görülür.
Bütün dervişler tekke mensupları sofralara otururlar. Kazandan kepçe kepçe pilav dağıtılır. O zaman Sultan Divani pidelerde bizden olsun diyerek Furuni Dedeye işaret eder. Furuni Dede cübbesinden yeninden (yani koltuğunun altından) herkese birer pide çıkararak dağıtır. Böylece Mevlevi ve Bektaş dervişleri çok sıkı ahbaplık kurarlar. İran dönüşünde tekrar Hacı Bektaş’a uğrayan Sultan Divani ve dervişleri Afyon’a gelmek için yola çıkarken bir kısım Bektaşi dervişleri de onlara katılır ve Afyon’a gelirler. Mevlevi dervişleri ile Bektaşi dervişleri Yaren olurlar. Bu arkadaşlık ve ahbaplık o kadar derindir ki, yarenlerden birisi ölünce diğeri de ölür ve genellikle aynı kabire defnedilirmiş.
İşte kısaca Yaren olmanın güzelliği böyle tanımlanmakta sevgili dostlarım. Ülkemizde camilerin içerisinde çok güzel hikayeler var lütfen gezin ve araştırın. Her şey gönlünüzce olsun isterim hepiniz Allah’ıma emanet olun.
YORUMLAR