Kütahya Müzesi’nde görev yaptığım yıllarda,bir gün çok sevdiğim,rahmetli ValiBedri Nazlıoğlu,bana Domaniç-Çarşamba Köyü’ndeki Ertuğrul Gazi’nin Annesi Hayme/Haime Ana’nın türbesi ile ilgili bir rapor hazırlamak üzere görev vermişti. Köye öğleden sonra ulaşarak türbede fotoğraf çekip, ölçü alırken bir kaç köylü de beni izliyordu. İşim bittiğimde çay içmek için beni türbenin bahçesine davet ettiler. Biz çay içerken içi yiyeceklerle dolu iki siniyi getiren köylüler,getirdiklerini masanın üzerine koyarak “haydi buyurun yiyelim” dediler.
Köye gelmezden önce yemek yediğimive tok olduğumu söylediğimdemuhtar,“siz tokda olsanız bu bizim geleneğimizdir.Köyümüze gelenlere kesinlikle yemek çıkarırız” dedi.
Aslında bu güzel Anadolu geleneği yüzyıllardır süregelmiştir. Bizim “Tanrı Misafiri” diye bir deyimimiz vardır ki bu bir eve kendiliğinden gelip hoş tutulması gereken konuk demektir. Peki, bu güzel Anadolu geleneği ne zamandan beri vardır? Bunun yanıtını aşağıdaki mitolojik öyküyü okuduktan siz veriniz.
2500 yıl önce Olympos Dağı’ndaki sarayında, otururken canı sıkılan baştanrı Zeus, oğlu ulak tanrı Hermes’eşöyle demiş:
– “Var mısın inelim Olympos’tan aşağılara,ölümlüler arasına karışıp, biraz da onlar gibi yaşayalım.Yani onlar gibi susayıp, acıkıp,yorulalımve üzülelim.Ama sıkıştığımız yerde tanrı biçimine bürünmek yani işin kolayına kaçmak yok ha!”
Hermes bu öneriyi kabul edince Zeus yaşlı ve şişman,Hermesdaha genç yoksul iki insan kılığına bürünüp Anadolu’nun o zamanki adıyla Frigya bölgesinin en güzel kentlerinden ve varsıllığı ile ünlü Pergamon(Bergama) yöresine inip, kente girmeden yaya olarak düşmüşler yola.Yaz sıcağında susuzluktan dilleri bir karış dışarıda, karınları guruldamaya başlamış. İnsan gibi yaşayacaklar ya; acıkmışlar, susamışlar ve yorulmuşlar. Üstlerindeki kaba giysileri yaz sıcağını daha da çekilmez yapıyormuş. Perişan bir halde epey yürüdükten sonra uzaklarda bir köy görününce çok sevinmişler. Hızlı adımlarla oraya varıp köyün girişindeki ilk evin kapısını çalmışlar.
Kapıyı açan kadına yolcu olduklarını söyleyip su ve biraz ekmek ile katık istemişler. Ev sahibi kadın, “defolun pis dilenciler!” diyerek kovalamış. Yanaşmışlar başka bir evin kapısına. Kapıyı tıklatmışlar ama kapı açılmamış arkadan bir kadın sesi ne istediklerini sormuş. “Biraz yiyecek ve su” sözünü duyan kadın defolup gitmelerini söyleyince bir başka kapıyı çalmışlar.
Ondan sonra uğradıkları her evden, çaldıkları her kapıdankovulunca perişan bir biçimde köyün dışına doğru yürürlerken köyün haylaz çocukları peşlerine düşüp, taş atmaya başlamışlar. Yağmur gibi gelen taşlardan kaçarlarken bir iki taş Zeus’un koca gövdesine, iri bir taş da Hermes’in ayağına çarpmış. Ayaklarında güç, gözlerinde fer kalmamış. Birbirlerine söz verdikleri için tanrı biçimine de giremiyorlarmış.
Zeus, “ölümlü insan olmak gerçekten çok zormuş”diye mırıldanmış.
Hermes ileride bir tepenin üstünde bacasından duman tüten bir kulübe görünce sevinçle bağırmış:
-“Babacığım bak orada bir kulübe var. Gidip bir de şansımızı orada deneyelim.” Zeus onun bu önerisine katılınca birlikte o yöne doğru yürümüşler. Renk renk nefis kokulu çiçeklerin olduğu küçük bahçeye girip her tarafı dökülen derme çatma kulübeye yönelip seslenmişler. Az sonra içeriden “geliyorum, geliyorum” diye bir ses duyulmuş ve ardından gözlerinin içi gülen bembeyaz yüzlü, pembe yanaklı, insana sevgiyle bakan yaşlı bir kadın önce kapıyı aralayıp sonra ardına kadar açmış. Karşısında duran eski püskü giysili, ayakları yara bere içindeki iki adama bakıp demiş ki,“Buyurun efendim hoş geldiniz. Ne istemiştiniz?”
Zeus, aynı sevecenlikle “anacığım, biz yabancıyız. Aşağılarda gittiğimiz her kapıdan kovulduk. Aç ve susuz kaldık. Bizi kabul eder misiniz” diye sormuş.
Yaşlı kadın elini Zeus’un omuzuna koyup, gülümseyerek,“Tanrıların gönderdiği konuklar bizim başımızın tacıdır. Ekmeğimizin son lokmasına, suyumuzun son damlasına değin sizinle paylaşmaktan onur duyarız” diye karşılık vermiş.
Bu sözlerden hemen sonra kulübenin arkasındaki eşine seslenmiş. Az sonra kadın gibi güleç yüzlü bir adam yanlarına gelmiş. Kadın onlara adamı göstererek tanıtmış:
-“Bu benim kocam Filemon.Benim adım da Baukis.”
Adam içeriden getirdiği testideki buz gibi suyu konuklarına sunarken kadın bulabildiği yemeklik malzemeyi doldurduğu toprak tencereyi ocaktaki ateşin üstüne koymuş. Sonra ellerini yüzlerini kurulamaları için sandığından tertemiz havlular çıkarmış. Sonra iki ihtiyarcık aç ve yorgun konuklarını içeriye buyur etmişler. Eski iki tabureyi de kendileri için masaya koymuşlar. Baukis masanın üzerine sandığından çıkardığı tertemiz beyaz bir örtüyü serip bu örtünün üzerine evin önünden çarçabuk toplayıp getirdiği çiçekleri serpiştirmiş. Zeus ile Hermes öylesine kalakalmış şaşkın bir biçimde onları izliyorlarmış. Tüm yorgunlukları geçtiği gibi açlıklarını bile unutmuşlar.
Yaşlı adam kapının arkasında duran bir kulpu kırık toprak testiyi titreyen elleriyle masaya getirmiş. Zeus testiyi almış iki kupayı doldurup yaşlı karı kocaya uzatmış “haydi için bakalım” demiş. İhtiyarcıklar birer yudum almışlar ki içtikleri baldan daha tatlı bir içecek olan tanrıların içtikleri Nektar imiş. İşte o anda Zeus ve Hermes’inodada dokundukları her şey altına gümüşe mücevhere, değerli kumaşlara dönüşmeye başlamış. Odanın içini parlak bir ışık, nefis kokular ve kulağa çok hoş gelen bir sesi müzik doldurmuş.
O an ihtiyarlar gelenlerin basit insanlar değil de tanrı olduklarını anlamışlar. Korkudan hemen ayaklarına kapanıp başlamışlar yakarmaya. Zeus onları ayağa kaldırarak kendisinin gök tanrısı Zeus, yanındakinin ulak tanrı Hermes olduğunu söylerken gerçek kimliklerine bürünmüşler. Zeus, “siz ikiniz gerçekten yüce insanlarsınız. Benden ve oğlum Hermes’ten ne isterseniz dileyin. Her dileğinizi yerine getireceğimizden hiç kuşkunuz olmasın” ifadesinde bulunmuş.Bu sözler üzerine Filemon karısının elini tutmuş:
– “Biz bu yaşımıza değin birlikte sevgiyleyaşadık. Bundan sonraki günlerimizde de yine öyle yaşamak ve günün birinde öteki dünyayagideceğimiz zaman birbirimizin acısını görmeden birlikte ölmek istiyoruz. Sizden dileğimiz sadece budur.” Baukis de kocasının sözlerini yinelemiş:
-“Kocamın dediği gibi mal mülk istemiyoruz. Bizim için en büyük zenginlik birbirimize duyduğumuz sevgimizdir. Sadece birbirimizin ölüm acısını görmeden bu dünyadan birlikte göçelim ki birbirimizin sevgisinden yoksun kalmayalım.” Zeus hayretle sormuş:- “Gerçekten tek isteğiniz bu mudur?” İkisi birden “evet, evet” diye yanıt vermişler. Zeus, bir elini kadının bir elini adamın omuzuna koyup,“Dileğinizi yerine getireceğim. Bundan sonra da birlikte mutluluk içinde yaşayacaksınız” demiş.
Sonra onları kulübeden bahçeye çıkarıp, “şimdi arkanıza dönüp bakın” demiş. İki ihtiyar arkalarına döndüklerinde kulübelerinin olmadığını ama yerinde bembeyaz mermerden, çatısı ve sütunları altın olan bir tapınak yükseldiğini görmüşler. Zeus: – “İşte yeni eviniz. Bu tapınağımda bana hizmet ederek mutluluk içinde yaşayın.” Ardından Hermes ile birlikte karı kocayla vedalaştıktan sonra ışık hızıyla gözden kaybolmuşlar. İyi yürekli ihtiyarlar kendilerini bir rüyada sanıyorlarmış ama biraz kendilerine gelince gerçek olduğunu anlamışlar.
Baukis ile Filemon uzun yıllar Zeus Tapınağı’nda rahip ve rahibe olarak görev yapmışlar. Günlerden bir gün tapınağın bahçesinde yan yana oturup her zamanki gibi birbirlerine sevgi sözcükleri söylerlerken ortalığı bir çıtırtı kaplamış. Her ikisinin de kollarından, gövdelerinden dallar yapraklar çıkmaya başlamış. Birbirlerine “sevgilim sen ağaç oluyorsun”, “Sen de! Sen de!”, “Gel son kez sarılalım”sözleriyle sarılmışlar birbirlerine.
Ertesi gün tapınağın öteki görevlileri onları bir daha görememişler ama tapınak bahçesinde o güne değin olmayan görkemli bir ağaç yükseliyormuş. Aynı gövdede birbirine sarılmış ve tek ağaç haline gelmiş çınar ve ıhlamur ağaçlarıymış bu. Hafif bir yel estiğinde ortalığı çok güzel bir koku sarıyor ve tüm yapraklardan “sevgilim”,“sevgilim” diye sesler duyuluyormuş.
Son söz: Bugün hala Anadolu’nun en uzak köylerin birinde bir dilim ekmeğini sizinle paylaşacak konuksever bir ıhlamur nine ya da bir çınar dedeyi görebilirsiniz. Sadece size onları arayıp bulmak kalıyor.
YORUMLAR