Muhterem dostlar….
Rahatsızlığım nedeniyle yaklaşık 40 güne yakın yazılarıma ara vermek zorunda kaldım. Affedin.
Dünyanın en büyük serveti sağlık denildiğinde sağlıklı günlerimizde bir anlam vermiyoruz. Ama bu 40 gün hastane ve eve kapanınca neredeyse dünya ile irtibatını kesiliyor. Hele bir de yalnızsan. Çocukların il dışında ise. Bir de eşiniz vefat etmişse. Vay halinize. Rabbim herkese sağlık huzur ve mutluluk dolu günler nasip etsin.
***
Bizim mahallede bir Yörük nine vardı.
O her gün, “Yarabbi dillere yatırıp kapılara baktırma. Üç gün peygamber döşeği nasip et” diye dua ederdi.
O günlerde Yörük ninenin ne demek istediğini anlayamadım.
İşte bunu 40 gün evden çıkamadığımda anladım.
Saatleri bırakın dakikalar hatta saniyeler bile geçmiyor.
Bir saniyenin aylar sürdüğünü, gecenin yıllarca bitmediğini
Sabahların olmadığını yaşıyorsunuz.
Paranız var.
İşe yaramıyor
Kapınızda arabanız var, binemiyorsunuz. Dolabınızda her şeyiniz var yiyemiyorsunuz. Dünya ile ilginiz yok gibi bir şey.
İnsanoğlu her şey benim olsun diyor. Ama elinde hiçbir şey kalmıyor.
Gerçek hayatın hastanelerin acil servisleri ile mezarlıklar olduğunu öğreniyorsunuz.
Gece bitmiyor cam kenarında tek başınıza sokağı izliyorsunuz. Kimseler yok. Kedin ve sen ağlıyorsunuz
Hareket edemiyorsunuz.
Çok şükür iyi bir doktor 40 gün sonra hastaneye alarak tatlı dili güler yüzü ile iyi bir teşhis ve tedavi ile ayağa kaldırdı. Yürümeye başladım.
Evet bu yiğit ve gönlü insan sevgisiyle dolu güler yüzlü insan Afyon Devlet Hastanesi Dahiliye Uzmanı Doktor Zeki Arslan.
Buradan kendisine çok çok teşekkür ediyorum
Ayrıca…
- Dahiliye hemşireleri de öyle. Ben onlara, “Sağlık melekleri” diyorum.
Allah hepsinden razı olsun.
Burada kendi rahatsızlığından dolayı sizleri rahatsız etmiş olabilirim, amacım o değil.
Amacım sağlığın ne kadar önemli olduğunu anlatmak.
Sizlere
Sağlık huzur ve mutluluk dolu nice günler yıllar diliyorum.
Yeni yazılar yazmayı özledim.
***
Muhterem dostlar…
Ben hayatımı hep yazmak istedim. Bir türlü başlayamadım. 1970’li yıllarda Afyon noterliğinde çalışmaya başladığımda o yılların popüler gazetesi Tercüman’ın Bursa Bölge Müdürü Rahmetli Hüseyin Kuşku ile tanıştım. Hep derdi, “Hayatını kaleme al. Gençlere örnek ol” diye. Ama yokluk beni maceradan maceraya sürükledi.
1954 yılında o günkü ismi Garen, Tekke, Kayaviran olan şimdiki ismi Kayıhan da ilkokulu bitirdim.
Diplomamda Kayaviran Hayranveli yazıyordu. Rahmetli babam Afyon’un büyük bir sülalenin çocuğu. Dedem ninemden ayrılıyor. Dedem de babamı dışlıyor yanına almıyor. Ninem de başka biriyle evlenince o adam da babamı eve almıyor. Velhasıl Rahmetli sokaklarda veya akrabalarında kalıyor. Döt yıl askerlik yaptıktan sonra rahmetli annemle evleniyor. Daha sonra çok kötü bir hastalığa yakalanınca çalışamıyor.
Rahmetli dayılarım hep hoca. Annemi yanlarına alıyorlar. Babam birkaç yıl sonra kendine geliyor.
Garen’de inşaatlarda çalışıyor. Taş ocaklarında taş kırıyor. Rahmetli anam terzilik yapıyor. Kolla çalışan bir makinesi vardı. Köyün dışında bir ev yapmıştı
Çocukluğum o evde geçti.
Bir oda bir de büyükçe müşteriler için tahtalarla bölünmüş bir köşesinde iki katlı bir ranza.
Biz kardeşlerimle ranzalarda yatardık. Odada bir ineğimiz, bir de atımız vardı. Hep beraber yatardık. Gece at kişner inek ve buzağısı bağırır.
Zaten mecburduk. Kalacak yerimiz yoktu. Kış geldiğinde soba yok, at gübresi, biraz aktarınca sıcacık olurdu.
Bir kedim ve bir köpeğim vardı. Kedi ile yatardık.
Yokluk ve garibanlık içinde ilkokulu bitirdim. Başarılı bir öğrenciydim. Öğretmenimin teşvikiyle 1959’da Afyon Lisesi orta okuluna başladım. Elbise mi dediniz? Ceketim bile yoktu. Kara lastikle giderdim.
Sabah ezanlarında iki üç arkadaşımla köyden çıkar, Gazlıgöl’e gelir otobüse biner Afyon’a gelirken akşam tekrar Gazlıgöl, oradan tabana kuvvet köy.
Saat mefhumu yoktu. Ezanlarda çıkar yatsıda eve gelirdim.
Tabii elektrik yok. İdare lambasının ışığında ders çalışırdım. At inek buzağı oda arkadaşımdı.
****
Yaz dönemi birisine öküz çobanı durdum.
Ücretli. Kadife bir ceket ve pantolon, yün kazak. İçi astarı parlak Gıslavet (cizlavet) ayakkabı.
İlk defa ceket ve pantolonum olmuştu. Dünyalar benimdi. Hele o parlak ayakkabılar ayrı bir zevkti.
Kara lastikler kurtulmuştum.
Mutluydum.
Derslerim de iyi idi.
Daha sonra üç arkadaş Turunç Hanında bir oda kiraladık. Artık elektriğimiz de vardı. Odanın altında yine hayvanlar vardı
Han sahibi bize acıdı. Atların üzerini vermişti At in gübresi kalorifer gibi ısıtıyordu. Taban tahta olduğu için kokuya alışmıştık
Sanki villada oturuyor gibiydik.
Orta okul 3’e geçmiştim.
Talat Aydemir ihtilali oldu dediler.
Ama hayat yine bana gülmedi. Babamı “nurcu” diye ceza evine aldılar. Evin en büyük çocuğu olduğum için çalışmak mecburiyetindeydim. Okuldan ayrıldım. Çeşitli yerlerde çalışmaya başladım. Aldığım para ancak ekmeğe yetiyordu.
Babam bir buçuk yıl yattı. Yeniden hastalandı. Artık o da çalışamıyordu. Afyon’da iki odalı suyu olmayan bir evde kalıyordum. Sefalet diz boyu.
Ben de pek iş bulamıyorum.
Çay ocaklarında garsonluk yapıyordum o da her zaman değil.
***
Bir Ramazan evde bir şey yok. Rahmetli anam tek bir ekmek alabilecek para verdi. Sahura Allah kerim.
Ben ekmek almaya gittim. Hava yağmurlu. Gelirken düştüm. Ekmek de çamura düştü.
Eve geldim anam ekmeği yıkadı. Onu yedik.
Günler çok zor geçiyordu.
Daha sonra yazları tuğla ocaklarında işe girdim, bin adet tuğlayı fırına çıkaracaksın, iki buçuk lira.
O artık bize lüks geliyordu. Kışları lastik fabrikalarında haftalık beş lira.
***
Bu arada 1750 TL devlet para istiyor. Köyde bir parça tarlayı satarak ödedik.
Yaptırmamak yeniden ceza evi
Rahmetli babam temiz bir insandı inançlı birisiydi. Artık camiye gidip gelebiliyordu.
Ramazan gelmişti. Pilav çorba vs oruç tutuyorduk. Sahurda şekerli su ile idare ediyorduk.
İftara az kalmıştı. Kapının önünde bir fayton. Babamı soruyordu.
Koşarak çıktık.
Uzun boylu fötr şapkalı paltolu bir adam, “Şükrü sen misin” dedi. Babam evet deyince. Adam eve girdi. Evin tabanı toprak iki tane hasır. Ortada sofra üzerinde çorba.
Haa bu arada o tarihlerde taksi pek yok. Faytonlar çalışıyor.
Biz bir anlam veremedik. Babam da bir şey söylemiyor.
Biraz zaman geçti ezan okundu. İftarımızı yaparken,
Kapı çalındı. Baktım aynı adam ellerinde file. Bir at arabası odun kömür. Çeşitli yiyecekler. Ve arzu edip alamadığımız pideler ve etler. Tatlılar.
Adam hemen sofraya oturdu. Birlikte yedik.
Adam bir şey demedi.
Cebinden bir tomar para çıkardı. Babama verdi. Babam almak istemedi. Ama mecburdu. Biz yüzüne bakınca aldı. Adam yine geleceğim dedi, ayrıldı.
Babamda çıt yok. Anam bu kim dedi. Babam da bilmiyorum dedi, ağladı. Hepimiz ağladık
Ama yoksulluğumuz hiç değilse bir yıl olmayacaktı.
Artık yiyeceğimiz vardı.
Artık mutlu idik.
Her şeyimiz vardı. Rahmetli babam yıllarca bu konuyu açmadı. Anlatmadı.
Bu sırrı yıllar sonra Rahmetli Afyon Müftüsü Merhum Celal Yıldırım’da öğrendim
Celal Hoca noterliğin yeminli Arapça tercümanı idi…
Üçüncü bölümde bu sırrı paylaşacağım.
Allah’a emanet olunuz…
Selam ve saygılarımla
YORUMLAR